Adım adım, santim santim ilerleyerek.
Emekleyerek, içi toza dönmüş, ağzı duman tadıyla dolu hâlde.
Solucan gibi, sürünerek.
Yeni Lena dünyaya işte böyle geliyor."
Burası anılardan ve yankılardan yapılmış bir yer.
"Keder bulanık bir suyun içinde dibe batmak, gittikçe o suya gömülmek gibi. Tekmeleyerek kaldırılmış toz toprağın renginde bir suyun içindeyim sanki. Aldığım her nefeste boğulur gibi oluyorum. Tutunabileceğim bir şey yok. Ne bir kenarlık var, ne kendimi yukarı çekmek için kullanabileceğim başka bir şey. Kendimi bırakmaktan başka yapacak bir şey yok. Kendini bırak. Etrafındaki ağırlığı, ciğerlerinin sıkıştığını, o ağır ve alçak basıncı hisset. Kendini bırak ve daha derine bat. Dipten başka hiçbir şey yok. Metal tadından ve eski şeylerin yankısından, karanlığa benzeyen günlerden başka hiçbir şey yok."
"Bir zamanlar öyle bir kızdım: Sendeliyor, dibe batıyordum. Işık ve boşluğun içinde kaybolmuştum.
Geçmişim tamamen silinmiş, çamaşır suyuyla temizlenip bembeyaz edilmişti.
Ama insan herhangi bir şeye tutunarak gelecek kurabilir.
Küçücük bir parçaya, bir ışık huzmesine.
Yavaşça, adım adım ilerleme arzusuna. İnsan harabelerden, içini ferahlatacak bir şehir inşa edebilir. "
Hepimiz birbirine eş insan damlacıklarıyız, dökülmeyi bekliyoruz, birinin bize aşağı akmamız için bir yol göstermesini bekliyoruz.
Sevgisiz bir dünya aynı zamanda risksiz bir dünyadır.
Sevgisiz bir dünyada, insanların birbiri için ifade ettikleri bu işte:
değer, getiri ve götürü, rakamlar ve veriler.
Ölçüp tartıyor, hesap yapıyoruz ve ruhlar öğütülerek toza dönüşüyor.
Bir keresinde ağaçlarda yetişen bir mantar türüyle ilgili bir yazı okumuştum. Mantar köklerden dallara su ve besin taşıyan sistemleri gasp etmeye başlıyor. Onları teker teker işlemez hâle getiriyor ve boğuyor. Çok geçmeden suyu, kimyasalları ve ağacın hayatta kalması için gereken her şeyi taşıyan mantar -yalnızca mantar- oluyor.
Aynı zamanda ağacı yavaş yavaş, içten dışa çürüterek anbean öldürüyor.
Aynı zamanda ağacı yavaş yavaş, içten dışa çürüterek anbean öldürüyor.
Nefret de böyledir işte. İnsanı besler, ama aynı zamanda içini çürütür.
Nefret sert, derin ve keskindir. Bir abluka sistemidir. Her şeydir, mutlaktır. Nefret yüksek bir kuledir.
Ama yasaklı kitaplar bundan çok daha fazlasıdır. Bazıları ağ gibidir; ilmiklerini yoklayarak yolunuzu bulabilir, garip ve karanlık köşelere ulaşabilirsiniz. Bazıları gökyüzüne yükselen balonlardır; kendilerine yeterler ve ulaşılamazlar, ama onları izlemek çok güzeldir.Ve bazıları -en iyileri- bambaşka dünyalara açılan kapılardır.
Hepsi yoldaşlıktan ve kutsallıktan bahseder, vaaz verirler, ama evlerinde ve kalplerinde insanları hırpalar, hırpalarlar.
“Toplumun cehalette ne kadar ısrarcı olabildiğine bakarken yanılsamalarda da ne kadar uzun süre ısrarcı olacağını göz önünde bulundurmalıyız. Aptallık kaçınılmazlığa, hastalıklar değerlere dönüşür (seçme şansı özgürlüğe, sevgi mutluluğa dönüşür) ve böylece kaçmak mümkün olmaktan çıkar.”
Öfke kara bir güç, aklımın kenarlarını çekiştiren bir akıntı.
“Herkesin, her şeyin bir yeri vardır, bilirsiniz,” diye ekliyor. “Yukarıda yaptıkları hata bu. Yalnızca belli insanların yerinin olduğunu düşünüyorlar. Belli türde insanların bir yere ait olduğunu. Geri kalanının çöp olduğunu. Ama çöpün bile bir yeri olmalı. Yoksa her yeri tıkar, pıhtılaşır, çürür ve iltihaplanır.”
O anda aklıma insanların içlerinin de tünellerle dolu olduğu geliyor: dolambaçlı, karanlık yerlerle ve mağaralarla dolu. İnsanın içindeki her yeri, her noktayı bilmek, hatta hayal etmek bile imkânsız.
Mutluluk bir akıntı gibi. Üzerinde ilerleyebilir, gökyüzüne ulaşabilirim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder